29 Şubat 2016 Pazartesi

Fahrenheit 451 | Ray Bradbury






       Fahrenheit 451, okurken keyif aldığım bir kitap oldu. George Orwell'in Hayvan Çiftliği gibi bu da bir distopya örneği. Distopyalar ile ilgili sevdiğim şeyler içerisinde gizli anlamlar taşıması, yaşantımıza bir bakımdan benzemesi ve beni merakladıran farklı yaşamın olması. 

    Fahrenheit 451 kitap okumanın yasak olduğu ve -ne kitabı olduğu farketmez- 'itfaiyecilerin' hepsini yaktığı bir toplumda yaşananları anlatıyor. Aslında kitapta iki itfaiyeci arasında da itfaiyecilik hakkında bir konuşma da geçiyor. Biri diğerine eskiden itfaiyecilerin yangını başlatan değil sona erdiren kişiler olduğunu söylüyor. Ama kitap yoksa kanıtta yok. 
Televizyonun insanların beyinlerini yıkaması ve resmen tek tip düşünceli bireylerin oluşmasının olası sonuçlarını öğrenmiş oldum. Ve kitapların olmadığı bir yaşamın düşünülemeyeceğini de.

Kitaptan Notlar
      Kitaplar bir tür depo gibidir ve biz onlarda unutacağımızdan korktuğumuz şeyleri saklarız. İçlerinde büyülü bir şey yoktur. Büyü, sadece o kitapların anlattıklarındadır, evrenin parçalarını birleştirip nasıl elbise gibi sunduklarındadır. 
     Bunun için Tanrı'ya şükret. Onları, 'Bir dakika durun' diye kapatabilirsin. Onlara Tanrı'yı oynarsın. Fakat TV oturma odasına bir tohum ektikten sonra onun sizi kavrayan pençesinden kendisini kurtaran olmuş mu? Sizi istediği biçimde yetiştirir! 
     Eğer kaybedecek bir şeyin yoksa, istediğin riske girebilirsin.
     Kendi kırıntılarını kurtar ve eğer boğulursan, en azından sahile doğru yüzerken boğulduğunu bil. 
     Uyurken bile olsa, eğer birisi kulağınıza fısıldarsa, alınan bilgilerin saklandığı söylenir.
     Eğer bilgisizliğini saklarsan kimse sana vuramaz, ama hiçbir zaman öğrenemezsin. 
     Hiçbir şey sonsuza kadar kaybolmaz.
     Cildine bakarak bir kitap hakkında hüküm verme.
     Gözlerini merakla doldur, ve sanki on saniye sonra ölecekmişssin gibi yaşa. 

28 Şubat 2016 Pazar

Serap

   
        Bize hiçbir şey katmayacak, içi boş olan sadece parasal değeri olan şeylere keşke bu kadar değer vermesek. Son model bir araba ya da yılan derisi pahalı bir çanta mıdır insanı özelleştiren? Sadece bizi değil tüm dünyayı saran bir hastalık bence bu. Evet, ilk kez gördüğümüz birini dış görünüşüyle tanırız. Ve sığ düşünceli pek çok insan buna bağlı kalmaya devam eder. Dış görünüşün önemsiz olduğunu söylemiyorum. Ama herşey de değil. 
        Fikirlerimiz ve bunlar sonucunda yaptıklarımızdır bizi biz yapan.  Bu yüzden elimden geldiğince kendim olmaya çalışıyorum, sevebileceğim hobiler deniyorum, yeni şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Mesela ölmeden önce yapılacaklar listem var, bu yüzden en son pikniğe gittiğimizde topladığım kozalağı boyadım. Çok basit geliyor olabilir bu söylediklerim. Ama güzel değil mi? Bu tarz şeylerin beni mutlu ettiğini de öğrenmiş oldum. Keçeden cüzdan yaptık mesela. El yapımı ve kendime özel bir eşyam oldu ve arkadaşlarıma dedim ki bunu biz yaptık. 
        Somut olana değer vermek çölde serap bulmak gibi. Serap gören ve suya hasret kalan biri nasıl su içip doymuyorsa hayatta sadece somut olan şeylere değer veren biri de hayata doyamaz. Herkesin hayatına anlam katması dileğiyle...

18 Şubat 2016 Perşembe

Adayları Değerlendiriyorum! vol. 2


Oscar serüvenime devam ediyorum. Yaklaşık iki hafta kaldı ve galiba on tane daha var izlenecek.
 Bu yazıda bahsi geçecek filmler Spotlight, Brooklyn, The Danish Girl ve 45 Years.



5. Spotlight 


Bana göre fazla abartılmış bir filmle başlıyorum. Bu filmin en iyi film ödülüne aday olmasına pek anlam veremedim. Evet oyunculuklar iyi ama ödül alacak kadar değil. Konu dikkat çekici ama film sürükleyici değil. Yani filmi izlerken ha olay oldu ha olacak derken baktım film bitmiş. Kısacası bu filmin en iyi film seçilmesine pek imkan yok diğer adayları düşününce.



6. Brooklyn


Konusu gereği ilgimi çeken Brooklyn, beğendiğim bir film oldu. İrlanda'dan ABD'ye çalışmak için giden bir kızın hikayesi anlatılıyor. Film de kız gibi nasıl desem doğal ve canlıydı. Gurbet ellerde insanın nasıl hissedeceğini çok iyi anlıyor insan her ne kadar sevdiğin biriyle beraber olsan da. En iyi film ve en iyi kadın oyuncu adaylıkları var. Saoirse Ronan da rolün üstünden kalkmış. Özellikle başroldeki beyle çok tatlılardı. Bunu söylemesem olmazdı yani...





7. The Danish Girl (Danimarkalı Kız)


Benim gerçekten çok beğendiğim bir filmle devam ediyorum. Bu film beni gerçekten çok etkiledi. Hem Alicia Vikander'in hem de Eddie Redmayne'nin oyunculuğu mükemmel. Konu olarak çarpıcı. Kısaca konusundan bahsetmek gerekirse Einar Wegener'ın cinsiyet değiştirmesi ve bu durum nedeniyle eşiyle arasında geçen olayları konu alıyor. Aynı zamanda film gerçek olaylara dayanıyor, ki bu filmi daha gerçekçi kılıyor. Tabii tamamen olaylara sadık kalınmamış. Filmi izlerken Einar için seviniyorum çünkü mutlu olmadığın bir hayata devam etmemin, kendini gösteremediğin bir hayatı yaşamanın acısını resmen yaşatıyor insana. Aynı zamanda eşi için de üzülüyorum. O da eşini doğal olarak geri istiyor. Hele bir sahnede haykırışlarına, yakarışlarına gerçekten üzüldüm :(
Filmin müziği de çok güzel. Bazen kitap okurken açıp dinliyorum. Böyle rahatlatıcı ve aynı zamanda hüzünlü. Eddie Redmayne geçen sene de kazanmıştı Oscar'ı. Kim bilir yine kazanır belki. En iyi erkek oyuncu ve en iyi yardımcı kadın oyuncu adaylığı var filmin. Filmden en sevdiğim fotoğrafı paylaşmasam da olmaz! (Spotlight gibi bir film en iyi filme adayken The Danish Girl neden değil anlamıyorum...)







8. 45 Years


Geldik son filme. Beklediğim gibi bir film değildi. Beklentiler çok yüksek olunca insanda hafif bir burukluk oluyor. Bu yüzden bir filmi önerirken onu çok övmüyorum. Güzelse zaten sonunda beğendiklerini belli ediyorlar. O yüzden tavsiyem bu sitede yazan her filmi kötü bir tarafı olabilir diye izlemek. 
Filme gelirsek dediğim gibi çok beğenmedim. Çok fazla adaylığı yok zaten. En iyi kadın oyuncu dalında da niye yarışıyor anlamadım Charlotte Rampling. Bi' pazar günü oturup izlenir mi evet. Ama bu filmden büyük birşey beklemeyin! (Filmin sonunu da anlamadım neyse... Anlarsanız beni de bi aydınlatın!)

                                                                      



7 Şubat 2016 Pazar

Not


      Kendin ol ne olursa olsun. Bir başkasının hatta kendinin de değiştirmesine izin verme benliğini.  Herşeyi bilme ya da her konuda fikrin olmasın. Başkalarına da yer ver. Ön yargılı olma. Malesef bu yüzden kaybediyoruz. Bazen saçma bazen de mantıklı nedenler sonucu ulaştığımız bu ön yargılar bana kalırsa görüşümüzü kısıtlıyor. Biri kötü diye çevresindeki herkes kötü olmayabilir. Ya da o biri "kötü" değildir belki. İnsanız sonuçta. Neler geçmiyor ki başımızdan? Çok mu rahatsız oldun? Hayır demesini bil. Canını sıkma. Bu da gelir bu da geçer. Yaşamayı sev, yaşatmayı sev. Bol bol gülümse :) Ve sadece kendin ol! Bu da insanlığa ben not! 

5 Şubat 2016 Cuma

Adayları Değerlendiriyorum! vol. 1

                                                                                                                                                2016 Oscar adaylarını izlemeye halen devam ediyorum.  Bu başlık altında hepsini yazmayı düşünüyordum ama çok uzun olacağını anlayınca vazgeçtim. Bu yüzden bölerek yapmaya karar verdim. Bu yazıda ilk  izlediğim dörtlüden bahsedeceğim: The Martian, Sicario, Room ve Mad Max:Fury Road.


1. The Martian (Marslı) (2015)

Şu filmi sinemayı izlemeyi çok istemiştim ama seanslar ya çok geçti ya da sinema çok uzaktaydı. Yani film çıkalı üzerinden biraz zaman geçmişti. Bu Oscar serüveni sayesinde açtım ve izledim. Gerçekten çok güzel! Çok beğendim. Uzay her zaman ilgimi çekmiştir ve baş karakterimiz  Watney tek başında uzayda kalınca ne yapacak, nasıl kurtulacak diye merak içine düştüm. Görsel efektlere diyecek söz yok. Bildiğimiz uzay yani. Matt Damon'ı geçen sene de Interstellar da izlemiştik. Orada olduğu gibi bu filmde de beğendim.  The Martian En iyi film, En iyi erkek oyuncu, En iyi ses kurgusu ve En iyi görsel efekt olmak üzere 4 adet adaylığı mevcut. En iyi filmde ya da en iyi erkek oyuncu da şansı olduğunu düşünmüyorum diğer adayları düşününce. Ama kendini izlettiren etkileyici bir film olmuş.




2. Sicario (2015)

Sicario, film uyuşturucu kartelleriyle mücadele etmek için görevlendirilen FBI ajanı Kate'in ve operasyon kuvveti görevlilerinin uyuşturucu kaçakçılarıya mücadelesini anlatıyor. Kate, bilinmeze doğru gidiyor desek daha doğru olur. Çünkü görevin amacını tam olarak bilmiyor. Filmde sonlara doğru bir operasyon sahnesi var ki izlerken gözümü bile kırpmadım. Normal aksiyon filmlerinden farklı olduğunu düşünüyorum. Sadece iki adaylığı var: En iyi ses kurgusu ve En iyi film müziği. En iyi film müziği ödülünü kazanabilir. 


PS: Sicario İspanyolca 'hitman' yani 'kiralık katil' demekmiş. 





3. Room (Gizli Dünya) (2015)

Hiç ummadığım bir film oldu Room. Çünkü çok beğendim. Etkisinden çıkamadım. İlk yarım saat boyunca kendimi kapana takılmış gibi hissettim. Bir hikayeden uyarlanmış. Aynı zamanda hikayede gerçek bir olaydan esinlenilmiş. Keşke sinemada izleseydim dedim izledikten sonra. Tek kelimeyle muhteşem. İzlemeyen bence çok şey kaybeder. En iyi film, En iyi kadın oyuncu, En iyi yönetmen, En iyi uyarlama senaryo adaylıkları var. En iyi kadın oyuncu Brie Larson olacak gibi gözüyor ki Altın Küre'de de en iyi kadın oyuncu ödülünü o aldı. 




4. Mad Max : Fury Road (2015)

Ne filmdi be! Mad Max'i iki kere izledim. İlkinde mest oldum. İkincisinde de teyzemlerde izleyecek film arıyorduk. Ben de dedim benim aklımda bir film var. Onlarla beraber bir kere daha izledim. Yani iki gün üst üste bu filmi izledim. Normalde aynı filmi izlemem. Üzerinden zaman geçsin ki unutayım filmi derim ama bunda demedim. Su kıtlığı yaşayan ve çölleşen dünyada Max, Şavaş Çocukları tarafından esir alınıyor. Ölümsüz Joe'nun yönettiği şehirde esir olarak tutulan Max'in kaçmak için her yolu deniyor. Tabii yolu nelerle kesişiyor izleyin görün derim. George Miller bana kalırsa efsane bir film yaratmış. Yani o sahnelerin nasıl çekildiğini görünce adamlar film yapıyor dedim. Film çekilirken bir sürü zorlukla karşılaşmış. 2001 'den beri yapılmaya çalışılmış ama bir türlü olmamış. Sonuç olarak kendini izleten, insanı kendinden geçiren, heyecandan öldüren bir film olmuş. En iyi film, En iyi kostüm, En iyi ses kurgusu, En iyi görsel efekt, En iyi film kurgusu olmak üzere beş adaylığı var. En iyi film ödülünü kazanamaz The Revanent aday olduğu için. Ben aslında izlemedim The Revanent'ı ama her izleyen öyle diyor. Ben de bu kadar güzelse sinemada izleyeyim dedim. Artık kısmetse yarına onu da izleyeceğim. Diğer adaylıklarda şansı olabilir. 

PS: Tom Hardy tarafından giyilen ceket orijinal üçlemenin son iki filminde Mel Gibson tarafından giyilen tek bir kopyasıdır.


1 Şubat 2016 Pazartesi

İyi > Kötü


    Gülmeyi kesmemeli, iyi şeyler düşünmekten vazgeçmemeliyiz. Çünkü iyi hissetmek isteyen en kötüsünü düşünmez. Test ettim ve onaylıyorum. Bu demek değil ki hayatta sadece iyiyi görüyorum. Tabii ki hayır. Malesef. Şu son iki yıldır kendimi yalnızlıkta boğuluyormuşum gibi hissediyordum. Ama farkettim ki ben kötü düşündükçe kötü hissediyorum.  Ben. Buna son veren de ben olmalıydım. Hayattan istediklerimi almadan vazgeçemem. Böylece kötünün iyisini buldum.

     Ne olursa olsun iplerin bizim elimizde olduğunun farkında olmalıyız. Elimizden gelenin en iyisini ortaya koymalıyız.